5 Ağustos 2013 Pazartesi

Sevginin Mucizesi - Banu Damcı (Be Di)



Bir gün gazetede çalışan bir arkadaşım telefon etti ve, “Hadi denize gidelim. Zamanın var mi?” diye sordu. “Var” dedim.
“Bir grup psikolog gidiyor, gazeteci olarak onlara katılacağım. İstersen seni de listeye dahil edeyim, nasılsa psikologsun. Düşünebiliyor musun? Devletin parasıyla Kırım’da otuz beş gün. Deniz, şarap, kebaplar, tatil terapisi…”
Kabul ettim. Beleş kimin hoşuna gitmez, söyler misiniz lütfen? Gittim ve kendimi okul öncesi dönemdeki özürlü, öksüz ve şeker hastası çocukların dinlenme ve bakımevinde buldum.
İlk gün öyle bir şok geçirdim ki.. Deniz nerdeee? Tatil terapisi nerdeee? Niçin buraya geldiğimizi kendime sormaya başladım. Psikologların burada ne işi vardı? Meğer kıyıda, birbirinin eşi üç adet dinlenme ve bakımevi varmış.
Hepsi ilaçları aynı eczaneden, erzakları da aynı depodan alıyormuş. Hava, deniz hepsi için aynıymış!
Niçin yalnızca bir dinlenme ve bakımevindeki çocukların şeker hastalığı iyileşiyor da, diğer ikisinde iyileşmiyordu?
Nedeni ortaya çıkarmak üzere komisyon ardına komisyon gönderilmiş, ama her şeyi kontrol edip hiçbir şey bulamamışlar. Sonunda, “Sadece psikologlar bu dinlenme ve bakımevindeki çocukların iyileşme nedenlerini ortaya çıkarabilir’ denilmiş. “Beleş” olarak bu psikologlar grubuna katıldığım için başımı derde sokmuştum.
Moskovalı psikologlar iki hafta çalıştılar, bir şeyler yazdılar, dinlendiler ve gittiler. Ben ise orada üç ay saplanıp kaldım, çünkü gerçeği, kazarak bile olsa bulmam gerekiyordu.
Ayrıca, dört beş yaşındaki çocuklar beni babaları sanarak kulaklarıma ve boynuma atılıyordu. Belki de bunun için onlardan üçünü evlat edindim.

Çocukların iyileşmesinin gerçek nedenlerini bulmam gerekiyordu. Buldum.
Yaklaşık bir, bir buçuk ay süren gözlemlerim sonucunda bu çocukların oyunlarının diğerlerine göre farklı olduğunu gördüm.
Çocukların algılayışında, samimiyetinde ve hayal gücünde bir sır gizlidir.
Onlar nasıl iyileşiyor? Çocukların hayal gücü nasıl çalışıyor? Çocuklar hastalığı nasıl karşılıyor?
Hiç!
Kısa bir sürede, aşağı yukarı on gün içinde hastalığa kısa pantolonları gibi alışıyor ve her şeye uyum sağlıyorlar.
Yaradılıştan itibaren değişmeyen bir çekim gücü ile çocukların ana baba sevgisine ve korumasına duydukları içgüdüsel ihtiyaç, yokluğuna alışamadıkları yegane şeydir. Doğa Ana öyle düzenlemiş ki, çocuklar daima yetişkinlerin yanında olmalı.
Çocukların nasıl bir özelliği vardır? Onlar, özellikle küçük çocuklar, daima ilgiye, sevgiye, okşanmaya açtır. Ne kadar severseniz sevin, çocuğa az gelir. İki dakika sonra yine sevilmeye gereksinim duyar.
Farz edin baba eve dönmüş, TV’yi açmış, çocuk babasına yaklaşıyor. Baba: “Ee, nasılsın bakalım? İşler nasıl gidiyor? Günün nasıl geçti? Gel buraya babana bir öpücük ver. Mucuk! Hadi şimdi annenin yanına git, babacığını rahatsız etme. Anneannene git!” diyor.
Bitti! Çocuk büyük bir gereksinim duyduğu şeyi alamadı. Annesi ense köküne bir şaplak indiriyor: “Sıcak fırına sokulma, yanarsın”.
Anneanne ise sevmek, okşamak yerine oturduğu yerden terbiye ediyor: “İyi kızlar şöyle olmalı. İyi oğlan çocukları böyle davranmaz.”
Çocuk hastalanınca birdenbire bir mucize gerçekleşiyor. Babası TV’yi unuttu bile, çocuğun istediğini yapmaya hazır.
Kafasını sıcak fırına sokmasına izin vermeyen, her fırsatta poposuna tokadı basan anneciği çocuğun etrafında dört dönüyor, ona bakıyor, meraklanıyor.
Anneanne ise masallar anlatıyor, şarkılar söylüyor. Dede de bir yerlerden oflayıp puflayıp gelmiş ve herkes çocuğun başucunda.
Çocuk kaydediyor: Sevgiye açlığı ve susuzluğu hastalık vasıtasıyla doyuruluyor!
Bakımevindeki yavrulara sormuştum:
“Lütfen söyler misin sevgili yavrum, sen başın okşanmak istediğinde ve iyi bir şey duymak istediğinde ne yapıyorsun?”
Üç çocuktan ikisi söyle cevap veriyordu: “Başım ya da karnım ağrıyor diyorum.”
Öyle oluyor ki çocuk kendini yalanla ifade ediyor. Ayni kanıda mısınız? Ama…
Çocuk kendini yalanla gösteremez, bu yüzden de düşünceleri aniden vücudunda somutlaşıyor ve gerçekten ağrılar duymaya başlıyor.
Anne babasıyla yaşayan çocuklar hastalığı okşama, merak, ilgi ve sevgi kaynağı olarak algılıyormuş meğer. Öksüz çocukların da sevgiye, koruma altında olmaya doguştan gelen devasa genetik bir ihtiyaçları vardır.
Bu yavrular, dinlenme ve bakımevinin çalışanlarına soruyormuş: “Niçin onun ana babası var da benim yok?”
Bakıcılar, “Senin anne baban zaten yok” diyemiyor ve söyle cevap veriyorlarmış:
“Senin de var” “Benimkiler nerede? Neden gelmiyor, beni almıyorlar o zaman?” “Anneannem ne zaman gelecek? Ya dedem?”
“Sen simdi hastasın, iyileştiğin zaman gelir, seni alırlar.” diye karşılık veriyorlarmış.
Bu yalanın çocukların iyileşmesine yardım edeceğini orada çalışanlar bile bilmiyormuş! Onların bildiği, hastalığın tedavisi olmadığıydı.
Ve çocuklar sevgiye kavuşabilmek için içgüdüsel olarak yol aramaya başlamışlar.
Bu büyük içsel çağrı her türlü korkunç hastalığı yok etmeye muktedirmiş.
İki üç yaşındaki bebek sormaya baslar:
“Hastalık nedir? İyileşmek ne demek?”
Ona, “Senin kanında fazla şeker var, anlıyor musun? Sen şeker yeme!” derler.
Çocuklar, hemen kendilerini sevgi, şefkat, koruma ve huzur kaynağından ayıran hastalık adındaki “Öcü”nün ne olduğunu anlamaya çalışır.

Orada üç yaşındaki, civciv gibi bir kızla ahbap olmuştum.
“Hastalığının ne olduğunu anlatır mısın, lütfen?” dedim.
Anlattı: “İçimde pek çok küp şeker birbiri ardından yürüyor. Bunun için de annemle babam bana gelmiyor.”
“Anneni ve babanı çok özlediğin zaman onların çabuk gelmesi için ne yapıyorsun?”
Serçe parmağımı avucuna alarak beni avluya götürdü.
Orda yaklaşık yetmiş tane rengarenk plastik küvet vardı. Sabahleyin bu dinlenme ve bakımevinin çalışanı küvetlere hortumla deniz suyu dolduruyor, güneş suyu ısıtıyor, öğle vakti çocuklar kurbağa gibi suda debeleniyordu.

Kız, küvetlerden birine girip bir şeyler söylenerek sallanmaya başladı. Güçlükle anladım. Meğer durmadan “Ben şekerim, ben şekerim, ben şekerim…” dermiş.
Sordum: “Niçin ‘ben şekerim’ diyorsun?”
O kocaman açılmış gözlerini hatırlıyorum, bir aptala bakar gibi bakıyordu. Nasıl oluyor da bu yetişkin insan en anlamlı şeyi anlamazdı! Şeker suyun içinde erir, kaybolur!
Çocukların hayal gücü sonuna kadar çalışıyor, hepsi kendine has bir şekilde oynuyor, oyun da onları iyileştiriyordu.
Bunu bakıcılara anlattığımda hep bir ağızdan bağırdılar: “Demek bu yüzden pek çok çocuğumuz aynı suya ikinci bir kez girmek istemezmiş!”
Onlar “düşmanlarının” orada eridiğini görüyor ve bu suyun yok olmasını umut ediyordu. Anlıyor musunuz?
Konuşa konuşa çabucak iyileşme deneyimini, yani kendi “ebeveyn edinme” yollarını birbirlerine aktarıyorlardı.
Hayal gücünüzü serbest bırakmaya özen gösterin, bu fantezi içinde kendinizi uyumlu ve mükemmel bir insan olarak görmeye, duyumsamaya ve hissetmeye çalışın.

Mirzakarim Norbekov
“Aptalın Deneyimi; Aklını Başına Toplama Rehberi” – Sistem Yayıncılık

Twitter: @BanuBedisi


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder